4 Nisan 2013 Perşembe

Barselona'da aylaklık

Doğruyu söylemek gerekirse buraya gitmeden önce çok büyük bir beklentim yoktu, ancak gitme tarihim yaklaştıkça içimde burayı görme heyecanı ve 'Ispanya ateşi' alevlenmişti içimde. la Ramblayı, la Sagrada Familia'yı, FC Barcelona'yı(!) kim bilmezdi? Açıkçası yıllardır Ispanya'ya olan sempatim müzik, gastronomi ve edebiyat alanında yükselirken; zamanla bu şehrin parlayan bir marka halini alması beni bu şehre bilet almaya iten sebeplerden biri oldu. Iyi ki de almışım :) Barselona'ya hayat dolu dememin sebebi ise herşeyin yavaşça aktığı, 'kafaların' rahat bir yer olması. Aylakça geçirdiğim bir haftada bir sene yetecek kadar sıfırlandım.

Barselona karışık gezi rotamın uçak kullanmamı gerektiren kısmında idi (Viyana-Bratislava-Prag-Wrocław-Barselona-Budapeşte-Viyana) Polonya'ya gelene kadar tüm şehirleri gezmeye doyamazken Barselona aklımı bir köşeden kemiriyordu. Haziran 2011'de Selanik'te tanışmış olduğum gezgin arkadaşım Nazlı'da kalacaktım, sağolsun sayesinde koca bir hafta boyunca harika vakit geçirdim. Barselona'nın yerlisi olmuştum adeta.

Uçağım 09:30'da kalkacaktı. 7 gibi uyandım, Wrocław'da kaldığım arkadaşımın evi havaalanına yakın bir mahallede idi. Kahvaltı, son paketlenme derken 8 gibi havaalanındaydım. Kontrollerden geçtikten sonra uçağı beklemeye başladım. Sıraya girdikten sonra kabine çıktım. Uçaktaki Ispanyolca anons ile iyice havaya girmiştim:)



Uçaktan iner inmez yüzüme ateş vurdu diyebilirim. Hava sanırım 35'C idi. Aklımda sürekli Nina Pastori'nin şarkıları çalıyordu. Burada olduğuma inanamıyordum, sonunda gelmiştim! Indiğim havaalanı 110 km uzakta idi. Normalde havaalanından (Girona) direk otobüsler de var ancak trenle gitmek daha ucuz. O sebeple shuttle'a binip Girona tren garına gittim. Ama ortamda bir tuhaflık vardı. Ispanya'da değildim aslında, Katalanya'daydım. Konuşulan dil, anonslar, uyarılar herşey önce Katalanca idi. Başta yadırgamış olsam da zamanla bu duruma alıştım. (Ben Ispanya'ya gelmiştim oysa ki?!)
Bilet kontrolü olmadan 1 saatlik yolculuğun ardından el Clotta indim. Fazla uğraşmayıp, tek seferlik bilet alarak mor hatta geçip St.Marti'de indim (arkadaşımın evi buradaydı çünkü). Barselona Metrosu ayrı bir yazı konusu olabilir belki, ancak mükemmel bir sistem oluşturmuş olmalarına değinmezsem ayıp olurdu. Şehrin hemen hemen her yerini saran bu ağda hatlar arası geçiş ücretsiz.

Gün gün ne yaptığımı hatırlamıyorum ancak nereleri gezdiğimi hatırlıyorum. O sebeple tuttuğum notlar ve hatırlayabildiklerim ışığında tüm olanları bu yazıya yansıtmaya çalışacağım.

Barselonayı gezmeye başlarken göze en çarpan durum aşırı turist yoğunluğuydu. la Rambla ve etrafında her sokaktan fışkıran turistlerden bir süre sonra heryerde olduğu gibi beni burada da bıktırmıştı. Turistlerin pek gitmediği mahalleler ve yerli insanların yaşadığı semtleri gezmek benim için hep daha ilgi çekici olmuştur. Öncelikle turistik olan yerlerden başlayacağım.



La Rambla

La Rambla, Katalunya meydanı ve sahil tarafındaki Kristof Kolomb heykeli arasında kalan, şehrin kalbi diyebileceğimiz bir cadde. Etrafında bolca turistik işletme, kafe vs ve her daim kalabalık insan grupları mevcut. Yüksek boylu çınar ağaçların gölgesi eşliğinde cadde de salına salına yürüyebilirsiniz.. Ama gene de bulunmaktan kaçındığım bir cadde oldu benim için.
Caddeden denize inerken sağ taraf, Raval'ı oluşturuyor. Çin mahallesi (barrio xino) de denmekte. Ağırlıklı olarak göçmenlerin, düşük gelirli insanların yaşadığı ve suç oranlarının da yüksek olduğu bir bölge. Ama içinde yer alan mahalle kütüphanesini unutamıyorum. Son derece zengin bir içeriği ve güzel bir ortamı vardı. Mahalledeki insanlar kendilerine yeteri hizmet götürülmediğini düşündükleri için belediye'ye tepkililer. Bu durumu da balkonlarından yansıtmışlar. Pankartta, 'daha iyi bir mahalle istiyorum' yazılı.



Caddeden inmeye devam edelim. Karşımıza Mercat de la Boqueria çıkıyor. Burası gene denize doğru inerken caddenin sağ tarafında yer almakta. Barselona'nın en meşhur pazarı burası ve turistlerinde uğrak yeri. Pazara girmeden ağır bir pastırma (jamon) kokusu karşılamakta. Değişik baharatlar, peynirler, tropik meyve sebzeler vs. burada satılmakta ve rengarenk görüntüler oluşturmakta. Meyve salataları ise çok revaçta. Marketin en meşhur yeri ise şüphesiz Pinotxo Cafe. Sahibi  Ancak pazarın daha arka taraflarından alırsanız daha hesaplı oluyor. 1€'ya elimdekini almıştım mesela.


Aşağı inmeye devam edelim. Caddenin sol tarafında 'Plaça Reial' yer almakta. Bu hoş dikdörtgen meydanın ortasında küçük bir havuz ve etrafta palmiye ağaçları var. En sevdiğim meydanlardan biri olmuştu. Bir dondurma alıp etrafta takılmanızı tavsiye ederim.
Bu arada meydanda 'Fanals' denilen sokak aydınlatmalarına dikkat etmenizi tavsiye ederim. Belediye tarafından Gaudi ve Cornet'e yaptırılmış bu lambalar.
Ayrıca meydanda sıkça sanat etkinlikleri ve konserler düzenlenmekte. Eylül ayındaki 'La Merce' festivali gene bu meydanda yapılıyor.



Plaça Reial (Plaza Real)

Plaça Reial'in de bulunduğu 'Barrio Gotic' bölgesi Barselona'nın 'old city' kısmını oluşturmakta ve benim de dolaşmaktan en sevdiğim mahalle olmuştu. Barselona Katedrali, dei Rei meydanı, antik sutunlar, Sant Felip Neri meydanı gibi pek çok güzel yer bu mahallede yer alıyor. Saatlerce bu mahallede dolaşmayı hala çok özlüyorum. Başıboşluğun ve rahatlığın adresiydi benim için. 



Barri Gotic'ten bir kare

Temple of Augustus

Size bir sır vereyim. Arkadaşım Nazlı beni muhteşem bir meydana götürdü ve burada cidden huzuru hissettim. Meydanın adı 'Plaça de Sant Felip Neri'. Ama malesef bu meydanda çok kanlı olaylar olmuş Ispanya iç savaşı sırasında. Meydana ismini veren kilisenin duvarlarında şarapnel ve mermi izleri duruyor. Ve bu küçük ve gizli meydan turist yoğunluğundan ve şehir karmaşasından uzak kalabilmiş. Mutlaka tavsiye ederim. 






Buradan katedrali görmek üzere ayrılıyorum. Buradaki sokaklar tam kaybolmalık. Her sokak ayrı bir sürpriz.


Bahsettiğim sokaklar

Franco döneminden kalmış olduğunu düşündüğüm bir çıkış levhası.


Barselona'nın kendine has balkonları

Barselona katedrali bana en sevdiğim yapılardan olan Köln Katedralini hatırlattı. Bu kilise de gotik mimari tarzda yapılmış. Giriş kapısı ve oymalar birbirine çok benziyor. Buraya giriş malesef ücretli. Kiliselerin ücretli olmasına karşıyım, ama yapacak birşey yok. Bende girmedim içine zaten.



Barselona Katedrali

Buradan Plaça dei Rei meydanına geçtim. Kralın meydanı demek. Geçmişi 14.yüzyıla dayan bu meydanın etrafı, Barselona kontlarının evi olan Palau Reial Major, Reial de Santa Àgueda şapeli gibi yapılarla çevrili. 


Meydan

En çok görmek istediğim yerlerin arasında Parc Güell de vardı elbette. Bunun için La Rambla'daki Liceu istasyonundan metroya bindim. Bu yeşil hat, şehri doğu-batı yönünde birbirine bağlıyor. Barselona metrosu bu güne kadar gezdiğim yerlerde kullandığım en pratik ve kullanışlı sistem oldu. Parc Güell'e gitmek için Lesseps yada Vallcarca durağında inmek gerek. Ikisinden de hemem hemen aynı uzaklıkta. Yol hafif yokuş yukarı olsa da, parkı görme heyecanı bu yolun engebesini unutturuyor. Yol kenarında turistik eşya satan bolca yer var. Fiyatları normaldi. Ancak benim gibi magnet alma hastalığınız varsa, mutlaka parkın içindeki göçmenlerden almalısınız. Tanesi 1€ ve fazla alırsanız daha ucuza bile almak mümkün.

Parc Güell'e dayanamadım iki defa gittim. Her gittiğimde de farklı tatlar aldım. Bana kalırsa akşama doğru saat 5-6 gibi gitmek en iyisi. Hem daha serin olur, hem de güneş batışa geçtiği için renkler daha oturup güneşin turuncu renkleriyle güzel fotoğraflar yakalanabilir. 
Gaudi, verdiği seramik siparişlerinin büyük bir kısmının kırılmış olarak geldiğini gördüğünde bu duruma çok üzülmüş. Ancak daha sonra bu kırık parçaları soylu Güell ailesinin isteği üzerine yaptığı bu parkta kullanmış. Iyi ki de kırılmış o seramikler :)

O meşhur fotoğraflardan biri


Parkın ana girişine yani ana meydana bakan banklar dalga şeklinde yapılmış. Altında ise sutunlardan, koridorlardan oluşan bir alan mevcut. Bahçeleri dolaşmayı, patika yollarını tepmeyi salık veriyorum. Hazırlamış olabileceğiniz sandviçinizi de yemek için harika bir yer burası.

Dönüşte ise yürüyerek la Rambla'ya indim. Ciddi mesafe var yalnız uyarmış olayım. Yol üstünde Gaudi'nin Casa Mila'sını ve Casa Battlo'sunu gördüm.


Casa Mila (la Pedrera)

Gelelim Tibidabo'ya. Şehrin hemen her yerinden gözüküyor bu tepe. Rehber kitaplarda anlata anlata bitirememişler burayı, Nazlı da daha önce gitmemiş olduğu için hadi gidelim dedik. Ama malesef umduğumuzu bulamadık. Hiçbir şey yok. Lunapark bile kapalıydı. Gitmek için tramwaya, ardından finükülere binmek gerekiyor. Tramvay'a para vermeyelim dedik ve binmedik. Ancak çıkana kadar öldük, yani Katalanlık yapmış olduk. (Katalanlar çok 'tutumlu' insanlardır da ehehe) ama madem buraya kadar gelmiştik, hadi çıkalım dedik. Finükülere de bir ton para bayılıp tepeye çıktık. Tepede Sagrat Cor adında bir kilise var. Tanıdık geldi değil mi? Paris'teki Sacre Coeur'a ithafen yapılmış bir kilise bu. 

Kilisenin içi


Sagrat Cor

Barselona'da insanlar ne yapıyor, günü nasıl geçiriyor görmek için, mutlaka Sant Marti mahallesindeki la Rambla del Poblenou'ya gitmek gerek. Elbette buna benzer birçok yer var ancak burası benim en hoşuma giden yer oldu. Burası da bir rambla, etrafta cafelerde oturan insanlar, yürüyüş yapan insanlar, esnaf.. kısacası yerli halkın günlük yaşamının gözlemlenebileceği bir yer burası. Ve hiç turist olmaması da ayrıca güzel. Katalanların nohuttan yapılan bir içkileri de var. Adı Orxeta (Orçeta) tavsiye ederim. Soğuk içilen bu alkolsüz içki, yaz sıcağını frappe kadar olmasa da dindiriyor. Bu caddeden aşağı doğru inildiğinde denize çıkmış oluyoruz ve plajlar bizi karşılıyor.


 la Rambla del Poblenou

Barselona'nın en sevmiş olduğum özelliğinden birisi de, plajları oldu. Insanlar işten çıktıklarında kendilerini denize atıyorlar adeta. Şehir plajı olmasına rağmen hem kumsal hem de deniz çok temiz. Rahatça yüzülebilir. Burada çantalara dikkat, kapkaça çok sık rastlanılıyor. Masaj yapmak isteyen uzakdoğulu kadınlar ve birşeyler satmaya çalışan göçmenler sürekli kol geziyor etrafta. Ama zararsızlar, üstelemiyorlar en azından. Barceloneta plajı en turistik olanı ve genelde kalabalık oluyor. W Hotelin tersi yönündeki plajlar çok güzel. Özellikle Somorrostro ve Bogatell.


Plaj

Barselona'da nudizm insani bir hak olarak tanımlanıyor ve sokaklarda çıplak dolaşmak legal. Ancak mayo ile dolaşılması yasak, ve cezaya tabi.

Barselona da yemekle ilgili pek bilgiye sahip değilim. Çünkü hep evde yedik, evde yaptık tapaslarımızı. Ama dışarıda tapas barlara gidip atıştırmalık Tapaslar, Pintxoslar yiyebilirsiniz. Ispanya'daki tüm yemekleri yiyebilirsiniz haliye. (Paellalar, Jamonlar vb)


Pintxos'lar

Churros denilen kızartılmış hamur ve yanında gelen sıcak çikolatayı şiddetle tavsiye ederim. Biraz ağır olsa da çok doyurucu ve ucuz. Barri Gotic'teki Valor bu konuda ustadır.


Churroslarımız


 Greko-Katalan yemeğimiz

Barselona'ya gelip Montjuic'e gitmeden olmaz. Metro+Finüküler ile aktarmalı olarak bu tepeye çıkabilirsiniz. Botanik bahçesi ve etraftaki diğer Jardin (Bahçeler)leri gezmek güzel bir deneyim olabilir. Bu bölgede aynı zamanda 1992 Barselona olimpiyatlarının tesisleri bulunmakta. Gene Olimpiyat stadına giden yolda Miro'nun müzesi bulunmakta. Yeşile doyulabilecek bir bölge burası, ben çok sevmiştim.




Miro Müzesi

Buradan Katalunya Ulusal Sanat Müzesine de gidebilirsiniz. Ben bütün bu bölgeleri yürüyerek dolaşmıştım, biraz yorucu olsa da bence değer. Ben içerisine giremedim ama bu müzenin çok zengin bir içeriğe sahip olduğunu duydum. 


Museu Nacional d'Art de Catalunya

Stairway to heaven

Buraya gelmeden Arena yakınlarında Caixa Forum var. Ücretsiz sergiler oluyormuş herzaman. Ben gittiğimde maketlerle ilgili bir sergi vardı.

y viva España!!! :)

Barselona'ya gelip la Sagrada Familia'yı görmeden tabiki olmaz. Bekleneceği üzere Gaudi gibi sıradışı bir yapı. Dış yüzeyi erimiş çikolatayı andırdı bana hep.



Son olarak Parc de la Ciutadella'ya değinmek istiyorum. Bu şehir parkında dinlenebilir, gölü etrafında yürüyebilir, piknik yapabilirsiniz. Beğendiğim parklardan biri oldu. Ayrıca içinde bir botanik park da mevcut.



Kuzey yönünden buraya gelmeden biraz yukarıda ise Arc d'Triomf var. Hep Paris, hep Paris.. Anlamadım ben bu işi.

Yalnız buradaki kırmızı renkte.



Miro'nun izinde.


Gezimin son gününde buradan Budapeşte'ye geçtim. el Prat havaalanına gitmek çok basit. Metro ile el Clot'a gelin ve buradan geçen banliyö trenine binin. Havaalanında inersiniz. Tek biletle aktarmalı gitmek mümkün. Otobüslere binmeyin, hem pahalı hem de trafiğe yakalanma riski var.
Bu çok sevmiş olduğum şehre vakit ayırın ve imkanınız varsa gidin. Pişman olmazsınız. Bu hayat dolu şehir güzel anılar bırakacaktır! :)

26 Temmuz 2012 Perşembe

Viyana

Aklımda hiçbir zaman Viyana'ya gitmek gibi bir düşünce olmadı. Daha doğrusu öncelikle gitmek istediğim şehirlerin arasında değildi. Ama Pegasus'un twitter'da yaptığı yarışmayı kazanınca Viyana'ya gitmem kesinleşti. Bu ödülü kazanmam benim için gerçekten büyük bir sürpriz oldu. Çünkü 2012 yazında en çok Barselona'ya gitmek istiyordum. Bu biletini kazanınca çevre ülkelerin birinden Ispanya'ya gitme fikri aklımda belirdi. Ve soluğu Ryanair'in sitesinde aldım :) Polonya'dan gidiş ve Barselona'dan da Macaristan'a dönüş biletini yaz için ucuz sayılabilecek bir fiyata aldıktan sonra, Viyana için araştırmalarıma başladım.



Öncelikle kalacak yer konusu kafamı kurcalıyordu. Viyana çok pahalı bir şehirdi ve açıkçası konaklamaya para vermek istemiyordum. Geçen sene Avusturya'dan bir Couchsurfer'ı Edirne'de ağırlamıştım. Hemen onunla iletişime geçtim ve şans o ki Viyana'ya taşınmış :)

Artık şehirleri derinlemesine keşfetmeyi adet edindiğim için, üç gün kalmak istiyordum. Iyi ki de daha az kalmamışım çünkü anca yetti.

17 Haziran Pazar günü Istanbul Sabiha'dan havalandık ve Schwechat'a indik. Ister inanın ister inanmayın ama uçak körüğünden havaalanına attığım ilk adımda beni buram buram bir kahve kokusu karşıladı. Bu benim gibi kahve bağımlısı bir insan için mükemmel bir 'hoşgeldin' jesti idi hemde kahvenin memleketinde!Mozart Cafe'nin bir şubesi de havaalanı nda pasaport kontrolünden sonraki bölümde duruyor. Aslında hem inince hem binince aynı yerden geçiyorsunuz.  Bu jestin ardından ilerledim, pasaport kontrolünde inanılmaz bir kuyruk vardı ve Ortadoğulu turistlerin fazlalığı beni şaşırtmıştı. Hiçbir sorgu sual olmadan ülkeye giriş yaptım.
Biraz serinlik beklerken, hava istanbuldan pekte serin değildi malesef..

Viyana'ya gitmek için bir hızlı tren var (16dk.) birde S-Bahn var. (Banliyö treni ve 4€. 30dk. sürüyor) Açıkçası ilk treni kullanmak son derece gereksiz ve hatırladığım kadarıyla pahalıydı da üstelik. Trene bindim ve Praterstern Bahnhof'unda indim. Tramvay görevlisine gideceğim adresi sordum ve oradan sadece iki durak olduğu için yürümeyi tercih ettim. (bkz: bir gezginin tasarruf etme yolları) Biraz kaybolduktan sonra Maggy'nin evini buldum. Viyana'da 23 tane Bezirk var. Yani bildiğimiz mahalle. Her caddenin önünde de o caddenin hangi bezirk'te olduğu yazılı. Bu durum adres bulmayı daha da kolaylaştırıyor.
Viyana'ya iner inmez fark ettiğim başka birşey ise, Avusturya Almancasının söylendiği kadar zor olmadığıydı. Aksine çok eğlenceli ve anlaşılabilir buldum.

Ilk gün eve vardıktan sonra evin hemen yakınındaki Augarten'a gittik. Burası büyük bir park ve buraya ilk görüşte bayıldım. Burası labirent şeklinde bir park ve ortasında ikinci dünya savaşından kalma bir bunker de duruyor. Insanlar işten sonra koşuya, pikniğe, güneşlenmeye vs. parka geliyorlar 'Freizeit' için.


Burada soluklandıktan sonra Donaukanal'a indik. Tuna nehrinin bir kolunu şehrin yaınından geçirerek bu ismi vermişler. Kanalın etrafındaki duvarlar güzel grafitilerle dolu. Şehrin daha 'merkez' kısmına giden yolda bu kanal yanındaki Schwedenplatz (meydan)'tan geçiyor. Aklıma gelmişken bu meydanda hayatımın en güzel dondurmasını yediğimi söylemeliyim. Gidecek kişilere mutlaka tavsiye ederim. Ismi 'Italianischer Eissalon am Schwedenplatz'. Zaten önündeki kuyruk/kalabalıktan kolayca bulabilirsiniz. Şehire daha ilk saatlerden kanım ısınmıştı ve çok hoşuma gitmişti. Almanya'dan daha farklı ve güzel olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca Avusturyalılar da düşünüldüğü kadar soğuk değillerdi. Sıcak ve esprili insanlar, ancak Türklere karşı biraz mesafeliler. Habsburg Imparatorluğunun torunları olarak hala üzerlerinde bir mağrurluk ve klaslık mevcut. En dikkatimi çeken şey ise Viyanalıların güzel giyindiği. Herkesin kendine ait bir tarzı ve şıklığı var bu şehrin insanında. Ama şehrin aristokrat havası göz önüne alındığında ikisi birbirini tamamlıyor ve böylece ortaya asıl Viyana'nın çıktığını düşünüyorum.




Stephansdom, Gotik ve Romanesk mirarisiyle şehrin tam ortasında tüm heybetiyle duruyor. Çatısındaki mozaik taşlar ise yapının bütününe ayrı bir renk kattığını düşünüyorum. Etraf opera veya klasik müzik konserlerine bilet satmak için dolanan çakma Mozart'larla dolu. Ama hiç kimseye bir zararları yok. Aksine tipleriyle insanı güldürebiliyorlar.

Rathaus

Ertesi gün Viyana kafelerini keşfetmek üzere evden çıkıyorum. Burada kafeler ayrı bir kültür. Freud, Kafka, Lenin gibi pek çok isim zamanında buradaki kafelerde zaman geçirmiş. En büyük özellikleri ise müziğin olmayışı. Başta tuhaf gelse de, kahve hazırlanırken çıkan gürültü, müşterilerin hafif uğultuları, çatal-bıçak sesleri ortama karışarak bir fon müziği oluşturuyorlar aslında. Şu anda hatırlayamıyorum ama Albertina müzesi yakınlarında bir gerçek 'kafe' 'ye giriyorum. Wiener Melange ve Gugelhupf sipariş ediyorum. Melange, Cappuccino benzeri köpüklü bir kahve. Gugelhupf ise Almanca konuşulan ülkelere özgü, Balkanlarda da 'kuglof' adında yapılan bir kuru kek çeşidi. Kahvemi yudumlarken bir yandan da gezi yazılarımı yazıp bir yerli gibi günün gazetesini okudum. Ardından gene kendimi sokaklara saldım. Hava inanılmaz sıcaktı. 35-36'C idi. Gazetede rekor kırıldığı yazıyordu ne kadar doğru bilemiyorum ama rekorun benim gelişimi beklemiş olması pek hoş olmadı doğrusu :)

Viyana geçtiğimiz yıl Avrupa'nın en yaşanılabilir şehri seçilmişti. Neden seçildiğini her geçen saat daha iyi anlıyordum. Ve bu ünvanı bence sonuna kadar hakediyordu şehir. Tahmin ettiğimden daha çok sevmiştim bu şehri. Parklarında bütün gün oturup keyif çatmak gibisi yoktu. Bir günümün büyük bir bölümünü bu şekilde piknik yaparak geçirmiştim.


Vagabundo gezginler için biraz pahalı bir şehir ama gelmeye kesinlikle değer olduğunu düşünüyorum. Ilk fırsatta tekrar gitmek istiyorum. Yapamadığım bir sürü şey kaldı. Sachertorte, Schönbrunn Sarayı vs. 

Ikinci günün akşamı Maggy ve başka bir CSer Malek ile üniversite'de buluştuk. Schnitzel yemeğe Einstein'a gittik. Yemek genel olarak güzeldi ancak yanında gelen patates salatasını daha çok sevdim itiraf etmeliyim :)


Viyana'daki son günümde binaları resim gibi olan çılgın Avusturyalı mimar Friedensreich Hundertwasser'ın evini ve sanat galerisini görmeye gittim. Yaptığı binalar masaldan fırlamış gibi karşınızda duruyor.  Barselona'yı gezdikten sonra Gaudi ve Miro'nun karışımı gibi geldi bu evler bana. Tarz olarak yakın buldum. Viyana'da fakir insanların oturması için yapılmış bu binalar günümüzde en büyük turistik spot. 

Hundertwasserhaus

Kunsthaus

Ardından Albertina Müzesine geçtim. Buradan çıktıktan sonra biraz serinlemek için hemen yanı başındaki Palmenhaus'a gittim. Viyana'nın güzel ve hip mekanlarından biri. Ancak yerel kafe kültürünün dışında. Mimar Ohmann tarafından büyük bir sera içerisine yapılmış ve içinde tropik ağaçlar, çiçekler bulunmakta. Bu kafenin yanında bir kelebek evi ve önünde ise Burggarten adında güzel bir park bulunmakta. Ben bahçeye oturmayı tercih ettim. Havanın sıcaklığı içimi eritmişti. Ama çaresi de vardı. Bir Franziskaner herşeyin çözümü olabilir! :)


Benim için gelmiş geçmiş en güzel bira. Tabi zevkler ve renkler tartışılmaz :)

3.Günümde de Belvedere Sarayına ve Zentralfriedhof'a gittim. (malesef mezarlık resimlerim yok, fotoğraf makinamın pili bitmişti :/)

Beethoven, Brahms, Schubert, Johann Strauss, Falco gibi isimlerinin mezararını görmek tuhaf bir histi.

Schloss Belvedere Wien


Kärnter Straße

Avusturya biralarına gelince. Gösser, Zipfer, Ottakringer ülkede en meşhur olan biralar. Radler adında bir çeşitleri var. Zipfer'in Radler'i daha iyi yalnız. Limon aroması ve hafif alkolü ile tam bir yaz içkisi. Gidenlere tavsiye ederim.

Viyana'da en hoşlandığım başka birşey ise, ex-YU kökenli insanların çok olmasıydı. Her yerden Sırpça, Hırvatça duymak mümkün. Hatta birine Sırpça yol sorduğum bile oldu, muhabbet ettik sonra :)

Viyana bende ayrı bir tat bıraktı. Bana 'burada yaşarım' dedirten nadir şehirlerden biri oldu. Bis bald Wien!

gitmeden önce hep dinlediğim güzel bir Falco şarkısı ile yazımı bitiriyorum :)

VIENNA CALLING!


18 Mart 2012 Pazar

bisikletle bir günde üç ülke!

Edirne'ye geldiğimden beri (hatta gelmeden önce de) hep kafamda olan bisikletle üç ülke turu yapmak istemişimdir. Ama gerek dersler, gerek vize durumu derken bu durumu hep erteledim.





Hazır vizemde varken bu turu yapmam artık şart olmuştu. accuwheather'dan hergün kontrol ettiğim hava durumu, 17 mart'ta havanın sıcak olacağını söylediğinde turu yapmam kesinleşmiş oldu. hala bisikletim olmadığı için bisiklet kiralamam kaçınılmazdı ama bu tur için kiralamak zorunda kaldım. sabah 9'da tura başlamam gerekirken evden anca çıkabildiğim için anca 9:30'da hareket edebildim. hava hafif serin olsa da, günün sıcak olacağı hissediliyordu. son hazırlıklarımı da yaptıktan sonra yola çıktım. Ilk defa bu kadar uzun yola çıkıyordum. Kafamda bu turu bitirip bitiremeyeceğime dair şüpheler olsa da, yıllardır bisiklet sürdüğümden bunu çokta düşünmek istemedim aslında. Herzaman gittiğim yeni adliye yolundan kolayca Meriç köprüsüne gelip bir çırpıda Pazarkule'ye gelmiştim. Otomobillerin arasından sıyrılıp çıkış yapmak için bankoya geldim. Beni tanıyan gümrükçüler artık çokta yadırgamıyordu çıkışımı. Sadece 'bu sefer nereye?' dediler.


Oradan çıkıp hemen Yunan gümrüğünün olduğu olan Kastenies köyüne geldim. ilk defa bana nereye gideceğimi sormamalarını garipsemiş olsamda işimin 30 saniye sürmemesiyle hemen ordan ayrılıp Arda kıyısına indim. Burada kalan kahvaltımı tamamlayıp, ironik bir şekilde Kavala kurabiyelerini yedim. (bim'de satılmakta, tadları gayet iyi!) Toparlanıp yoluma devam ettim. Otobana çıkıp Ormenio istikametinde yol almaya başladım. Yunanistan, insanı gerçekten Avrupa'da olduğunu hissettiriyor. Yolların düzgünlüğü, temizliği, düzeni hemen kendini farkettiriyor. Emniyet şeridinden gitmeme rağmen yanımdan 1-2 metre uzak geçmeleri bende Yunanların bisikletlilere olan saygılarının yüksek olduğunu hissettirdi. Bu durum insanı gerçekten sevindiriyor, çünkü ülkemde göremediğim itibarı bir bisikletli olarak burada görebiliyordum.


Kastanies'ten Ormenio'ya kadar olan 25 km'lik bölüm son derece ıssız ve aslında biraz korkutucu bir yol. Tabiri caizse 'Adamı kesseler kimsenin haberi olmaz!' gerçektende kimsenin ruhu duymazdı. Neyseki hiçbir problem olmadan bu yolda devam ettim. Bana tuhaf gelen ise yol üstünde sadece bir tane benzin istasyonu olması idi. yanlış hatırlamıyorsam 11:00 gibi Aegean isimli benzinlikte 10 dk. mola verdim. Bu arada Bulgaristan yönünden gelen Yunan olduğunu tahmin ettiğim üç bisikletçi ile uzaktan selamlaştık. Onlar baya profesyonel bisikletçilerdi. Saatin ilerlemesiyle hava iyice ısınmıştı ve montumu çıkarıp yola öyle devam ettim. İyiki de Yunan-Bulgar rotasından gitmişim. Ters türlü gitseydim eğer, beni baya bi zorlayacak bayırlar olacaktı. Yolda ilerledikçe Edirneden görmeye alışık olduğum Shejnovetz dağı her km'de daha netleşiyordu. Etrafta hiç köpeğin olmaması ise ayrı bir güzellikti. (beni bisikletçiler iyi anlar!) Sadece Atmaca-Baykuş karışımı tuhaf bir kuş türünün sık karşima çıkması biraz tedirgin etse de, yolda iki ölü 'tilki'yi görmem de beni baya şaşırtmıştı.


Bu yolun yarısından sonra kalan kısmın büyük bölümü yokuş aşağı olduğu için çok işime geldi. Zamandan tasarruf etmiş oldum. Yol boyunca Türk plakalı araçların sıklığı beni şaşırtmıştı açıkçası. Yeşil pasaporta getirilen vize muafiyetinin bundaki payı büyük sanırım. Yunan gümrüğüne doğru son bir rampa vardı ve onu çıkınca Yunanistan bitiyordu. O rampayı çıkıp gümrüğe geldim. Baya dik bir yokuştu.


Yunan gümrüğündeki görevlilerle 'Yasaslaştıktan' sonra çıkış damgasını vurdurup yoluma devam ettim. Yaklaşık bir km sonra Bulgar gümrüğüne geldim. 7 yıldır Bulgaristana gelmiyordum ve o zamandan bu yana onlar AB'ye girdiği için ülkenin baya değişmiş olacağını tahmin ediyordum. Bulgar gümrükçü ile muhabbet ettikten sonra yoluma devam ettim. Şansım baya yaver gitmişti, sonuçta Yunan schengeni ile geliyordum. Gelişim yasaldı ama gıcıklığına uğraştırabilirdi. Ama sanırım bulgarca bildiğimden bena bulaşmak istemedi sanırım. Çokta iyi bir görevliydi. Yolu bile tarif etti!


Bulgaristana girdiğimde herşey bıçak gibi değişmişti! Sınır çizgilerinin ülkelerin kendi içlerinde bu kadar heterojen kalmalarını göstermesi hayret vericiydi doğrusu. Insanların suratlarında tuhaf bir bakış vardı buda ne ayak der gibi. Tırsmadım değil. Sonuçta burası hırsızlık olaylarıyla 'meşhur' bir ülke. Gene ıssız yerlerden geçerek Svilengrad'a geldim. Bulgaristanda herşey aynı tas aynı hamam. Hiçbir değişiklik fark edemedim. Yolların iyi oluşu dışında! Şehir merkezinde yarım saat dinlenip yola tekrar devam ettim. Bulgaristanın Avrupa Birliğine üye olması gerçekten başta garip geliyor. Bulgarca bilmeyen birisi kolayca kaybolabilir burada. Tabelalar çok yetersiz. Sora sora Kapitan Andreevo köyüne doğru yani Kapıkule'ye çıkan yola çıktım. Dik bir yokuş beni baya zorladı. Yorgunlukta kendini göstermeye başlamıştı. Etrafta Türk tırları cirit atıyordu. Yol boyunca Kaşkavalcılar, Otomobil servisleri vardı. 15 yaşımda Yugoslavya'ya giderken mola verdiğimiz kafeyi de anımsadım. Hala oradaydı!


Bulgar gümrüğüne geldiğimde birkaç güvenlik noktasından geçtikten sonra çıkış yapacağım kabine geldim. Kadın görevli ile 'Zdrastileştikten' ve muhabbetten sonra çıkış damgasını vurdurup yoluma devam ettim. Iyi günümdeydim galiba, suratsızlıklarıyla nam salmış Bulgar gümrükçüler gülümseyebiliyorlardı! Kapıkule'ye geldiğimde sanki Amerika'ya gelmiş gibi oldum. Eski bakımsız kapıyı modernize etmişler ve harika olmuş. Beni yabancı zanneden Türk görevlileri baya şaşkındı bisikletle gelmeme :)
Sanki bir Türk vatandaşı hiç dışarı çıkamaz, bisikletle dolaşamaz. (!)

Biraz sohbet ettikten sonra selamlaşıp yoluma devam ettim. Ve artık Türkiyedeydim. Geri kalan yol baya uzun geldi bana. Bitmek bilmedi. Neyseki hiç köpek saldırısına uğramadan şehre gelip adliye yolundan tura başladığım noktaya geri döndüm. Saat 17:00' de evdeydim.


Tur sonunda bitkin ben!

Bu turu yapmak isteyecek kişilere benden tavsiye:
- Mümkünse yalnız başınıza çıkmayın (daha eğlenceli ve güvenli olur)
- Yanınızda Bulgarca bilen biri olursa daha iyi olur.
- Mutlaka kilit bulundurun.
- Edirne'den ne kadar erken çıkarsanız o kadar iyi.
- Bulgaristan'da Leva geçtiği için Edirnede temin edip öyle gidin!