26 Temmuz 2012 Perşembe

Viyana

Aklımda hiçbir zaman Viyana'ya gitmek gibi bir düşünce olmadı. Daha doğrusu öncelikle gitmek istediğim şehirlerin arasında değildi. Ama Pegasus'un twitter'da yaptığı yarışmayı kazanınca Viyana'ya gitmem kesinleşti. Bu ödülü kazanmam benim için gerçekten büyük bir sürpriz oldu. Çünkü 2012 yazında en çok Barselona'ya gitmek istiyordum. Bu biletini kazanınca çevre ülkelerin birinden Ispanya'ya gitme fikri aklımda belirdi. Ve soluğu Ryanair'in sitesinde aldım :) Polonya'dan gidiş ve Barselona'dan da Macaristan'a dönüş biletini yaz için ucuz sayılabilecek bir fiyata aldıktan sonra, Viyana için araştırmalarıma başladım.



Öncelikle kalacak yer konusu kafamı kurcalıyordu. Viyana çok pahalı bir şehirdi ve açıkçası konaklamaya para vermek istemiyordum. Geçen sene Avusturya'dan bir Couchsurfer'ı Edirne'de ağırlamıştım. Hemen onunla iletişime geçtim ve şans o ki Viyana'ya taşınmış :)

Artık şehirleri derinlemesine keşfetmeyi adet edindiğim için, üç gün kalmak istiyordum. Iyi ki de daha az kalmamışım çünkü anca yetti.

17 Haziran Pazar günü Istanbul Sabiha'dan havalandık ve Schwechat'a indik. Ister inanın ister inanmayın ama uçak körüğünden havaalanına attığım ilk adımda beni buram buram bir kahve kokusu karşıladı. Bu benim gibi kahve bağımlısı bir insan için mükemmel bir 'hoşgeldin' jesti idi hemde kahvenin memleketinde!Mozart Cafe'nin bir şubesi de havaalanı nda pasaport kontrolünden sonraki bölümde duruyor. Aslında hem inince hem binince aynı yerden geçiyorsunuz.  Bu jestin ardından ilerledim, pasaport kontrolünde inanılmaz bir kuyruk vardı ve Ortadoğulu turistlerin fazlalığı beni şaşırtmıştı. Hiçbir sorgu sual olmadan ülkeye giriş yaptım.
Biraz serinlik beklerken, hava istanbuldan pekte serin değildi malesef..

Viyana'ya gitmek için bir hızlı tren var (16dk.) birde S-Bahn var. (Banliyö treni ve 4€. 30dk. sürüyor) Açıkçası ilk treni kullanmak son derece gereksiz ve hatırladığım kadarıyla pahalıydı da üstelik. Trene bindim ve Praterstern Bahnhof'unda indim. Tramvay görevlisine gideceğim adresi sordum ve oradan sadece iki durak olduğu için yürümeyi tercih ettim. (bkz: bir gezginin tasarruf etme yolları) Biraz kaybolduktan sonra Maggy'nin evini buldum. Viyana'da 23 tane Bezirk var. Yani bildiğimiz mahalle. Her caddenin önünde de o caddenin hangi bezirk'te olduğu yazılı. Bu durum adres bulmayı daha da kolaylaştırıyor.
Viyana'ya iner inmez fark ettiğim başka birşey ise, Avusturya Almancasının söylendiği kadar zor olmadığıydı. Aksine çok eğlenceli ve anlaşılabilir buldum.

Ilk gün eve vardıktan sonra evin hemen yakınındaki Augarten'a gittik. Burası büyük bir park ve buraya ilk görüşte bayıldım. Burası labirent şeklinde bir park ve ortasında ikinci dünya savaşından kalma bir bunker de duruyor. Insanlar işten sonra koşuya, pikniğe, güneşlenmeye vs. parka geliyorlar 'Freizeit' için.


Burada soluklandıktan sonra Donaukanal'a indik. Tuna nehrinin bir kolunu şehrin yaınından geçirerek bu ismi vermişler. Kanalın etrafındaki duvarlar güzel grafitilerle dolu. Şehrin daha 'merkez' kısmına giden yolda bu kanal yanındaki Schwedenplatz (meydan)'tan geçiyor. Aklıma gelmişken bu meydanda hayatımın en güzel dondurmasını yediğimi söylemeliyim. Gidecek kişilere mutlaka tavsiye ederim. Ismi 'Italianischer Eissalon am Schwedenplatz'. Zaten önündeki kuyruk/kalabalıktan kolayca bulabilirsiniz. Şehire daha ilk saatlerden kanım ısınmıştı ve çok hoşuma gitmişti. Almanya'dan daha farklı ve güzel olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca Avusturyalılar da düşünüldüğü kadar soğuk değillerdi. Sıcak ve esprili insanlar, ancak Türklere karşı biraz mesafeliler. Habsburg Imparatorluğunun torunları olarak hala üzerlerinde bir mağrurluk ve klaslık mevcut. En dikkatimi çeken şey ise Viyanalıların güzel giyindiği. Herkesin kendine ait bir tarzı ve şıklığı var bu şehrin insanında. Ama şehrin aristokrat havası göz önüne alındığında ikisi birbirini tamamlıyor ve böylece ortaya asıl Viyana'nın çıktığını düşünüyorum.




Stephansdom, Gotik ve Romanesk mirarisiyle şehrin tam ortasında tüm heybetiyle duruyor. Çatısındaki mozaik taşlar ise yapının bütününe ayrı bir renk kattığını düşünüyorum. Etraf opera veya klasik müzik konserlerine bilet satmak için dolanan çakma Mozart'larla dolu. Ama hiç kimseye bir zararları yok. Aksine tipleriyle insanı güldürebiliyorlar.

Rathaus

Ertesi gün Viyana kafelerini keşfetmek üzere evden çıkıyorum. Burada kafeler ayrı bir kültür. Freud, Kafka, Lenin gibi pek çok isim zamanında buradaki kafelerde zaman geçirmiş. En büyük özellikleri ise müziğin olmayışı. Başta tuhaf gelse de, kahve hazırlanırken çıkan gürültü, müşterilerin hafif uğultuları, çatal-bıçak sesleri ortama karışarak bir fon müziği oluşturuyorlar aslında. Şu anda hatırlayamıyorum ama Albertina müzesi yakınlarında bir gerçek 'kafe' 'ye giriyorum. Wiener Melange ve Gugelhupf sipariş ediyorum. Melange, Cappuccino benzeri köpüklü bir kahve. Gugelhupf ise Almanca konuşulan ülkelere özgü, Balkanlarda da 'kuglof' adında yapılan bir kuru kek çeşidi. Kahvemi yudumlarken bir yandan da gezi yazılarımı yazıp bir yerli gibi günün gazetesini okudum. Ardından gene kendimi sokaklara saldım. Hava inanılmaz sıcaktı. 35-36'C idi. Gazetede rekor kırıldığı yazıyordu ne kadar doğru bilemiyorum ama rekorun benim gelişimi beklemiş olması pek hoş olmadı doğrusu :)

Viyana geçtiğimiz yıl Avrupa'nın en yaşanılabilir şehri seçilmişti. Neden seçildiğini her geçen saat daha iyi anlıyordum. Ve bu ünvanı bence sonuna kadar hakediyordu şehir. Tahmin ettiğimden daha çok sevmiştim bu şehri. Parklarında bütün gün oturup keyif çatmak gibisi yoktu. Bir günümün büyük bir bölümünü bu şekilde piknik yaparak geçirmiştim.


Vagabundo gezginler için biraz pahalı bir şehir ama gelmeye kesinlikle değer olduğunu düşünüyorum. Ilk fırsatta tekrar gitmek istiyorum. Yapamadığım bir sürü şey kaldı. Sachertorte, Schönbrunn Sarayı vs. 

Ikinci günün akşamı Maggy ve başka bir CSer Malek ile üniversite'de buluştuk. Schnitzel yemeğe Einstein'a gittik. Yemek genel olarak güzeldi ancak yanında gelen patates salatasını daha çok sevdim itiraf etmeliyim :)


Viyana'daki son günümde binaları resim gibi olan çılgın Avusturyalı mimar Friedensreich Hundertwasser'ın evini ve sanat galerisini görmeye gittim. Yaptığı binalar masaldan fırlamış gibi karşınızda duruyor.  Barselona'yı gezdikten sonra Gaudi ve Miro'nun karışımı gibi geldi bu evler bana. Tarz olarak yakın buldum. Viyana'da fakir insanların oturması için yapılmış bu binalar günümüzde en büyük turistik spot. 

Hundertwasserhaus

Kunsthaus

Ardından Albertina Müzesine geçtim. Buradan çıktıktan sonra biraz serinlemek için hemen yanı başındaki Palmenhaus'a gittim. Viyana'nın güzel ve hip mekanlarından biri. Ancak yerel kafe kültürünün dışında. Mimar Ohmann tarafından büyük bir sera içerisine yapılmış ve içinde tropik ağaçlar, çiçekler bulunmakta. Bu kafenin yanında bir kelebek evi ve önünde ise Burggarten adında güzel bir park bulunmakta. Ben bahçeye oturmayı tercih ettim. Havanın sıcaklığı içimi eritmişti. Ama çaresi de vardı. Bir Franziskaner herşeyin çözümü olabilir! :)


Benim için gelmiş geçmiş en güzel bira. Tabi zevkler ve renkler tartışılmaz :)

3.Günümde de Belvedere Sarayına ve Zentralfriedhof'a gittim. (malesef mezarlık resimlerim yok, fotoğraf makinamın pili bitmişti :/)

Beethoven, Brahms, Schubert, Johann Strauss, Falco gibi isimlerinin mezararını görmek tuhaf bir histi.

Schloss Belvedere Wien


Kärnter Straße

Avusturya biralarına gelince. Gösser, Zipfer, Ottakringer ülkede en meşhur olan biralar. Radler adında bir çeşitleri var. Zipfer'in Radler'i daha iyi yalnız. Limon aroması ve hafif alkolü ile tam bir yaz içkisi. Gidenlere tavsiye ederim.

Viyana'da en hoşlandığım başka birşey ise, ex-YU kökenli insanların çok olmasıydı. Her yerden Sırpça, Hırvatça duymak mümkün. Hatta birine Sırpça yol sorduğum bile oldu, muhabbet ettik sonra :)

Viyana bende ayrı bir tat bıraktı. Bana 'burada yaşarım' dedirten nadir şehirlerden biri oldu. Bis bald Wien!

gitmeden önce hep dinlediğim güzel bir Falco şarkısı ile yazımı bitiriyorum :)

VIENNA CALLING!