26 Temmuz 2012 Perşembe

Viyana

Aklımda hiçbir zaman Viyana'ya gitmek gibi bir düşünce olmadı. Daha doğrusu öncelikle gitmek istediğim şehirlerin arasında değildi. Ama Pegasus'un twitter'da yaptığı yarışmayı kazanınca Viyana'ya gitmem kesinleşti. Bu ödülü kazanmam benim için gerçekten büyük bir sürpriz oldu. Çünkü 2012 yazında en çok Barselona'ya gitmek istiyordum. Bu biletini kazanınca çevre ülkelerin birinden Ispanya'ya gitme fikri aklımda belirdi. Ve soluğu Ryanair'in sitesinde aldım :) Polonya'dan gidiş ve Barselona'dan da Macaristan'a dönüş biletini yaz için ucuz sayılabilecek bir fiyata aldıktan sonra, Viyana için araştırmalarıma başladım.



Öncelikle kalacak yer konusu kafamı kurcalıyordu. Viyana çok pahalı bir şehirdi ve açıkçası konaklamaya para vermek istemiyordum. Geçen sene Avusturya'dan bir Couchsurfer'ı Edirne'de ağırlamıştım. Hemen onunla iletişime geçtim ve şans o ki Viyana'ya taşınmış :)

Artık şehirleri derinlemesine keşfetmeyi adet edindiğim için, üç gün kalmak istiyordum. Iyi ki de daha az kalmamışım çünkü anca yetti.

17 Haziran Pazar günü Istanbul Sabiha'dan havalandık ve Schwechat'a indik. Ister inanın ister inanmayın ama uçak körüğünden havaalanına attığım ilk adımda beni buram buram bir kahve kokusu karşıladı. Bu benim gibi kahve bağımlısı bir insan için mükemmel bir 'hoşgeldin' jesti idi hemde kahvenin memleketinde!Mozart Cafe'nin bir şubesi de havaalanı nda pasaport kontrolünden sonraki bölümde duruyor. Aslında hem inince hem binince aynı yerden geçiyorsunuz.  Bu jestin ardından ilerledim, pasaport kontrolünde inanılmaz bir kuyruk vardı ve Ortadoğulu turistlerin fazlalığı beni şaşırtmıştı. Hiçbir sorgu sual olmadan ülkeye giriş yaptım.
Biraz serinlik beklerken, hava istanbuldan pekte serin değildi malesef..

Viyana'ya gitmek için bir hızlı tren var (16dk.) birde S-Bahn var. (Banliyö treni ve 4€. 30dk. sürüyor) Açıkçası ilk treni kullanmak son derece gereksiz ve hatırladığım kadarıyla pahalıydı da üstelik. Trene bindim ve Praterstern Bahnhof'unda indim. Tramvay görevlisine gideceğim adresi sordum ve oradan sadece iki durak olduğu için yürümeyi tercih ettim. (bkz: bir gezginin tasarruf etme yolları) Biraz kaybolduktan sonra Maggy'nin evini buldum. Viyana'da 23 tane Bezirk var. Yani bildiğimiz mahalle. Her caddenin önünde de o caddenin hangi bezirk'te olduğu yazılı. Bu durum adres bulmayı daha da kolaylaştırıyor.
Viyana'ya iner inmez fark ettiğim başka birşey ise, Avusturya Almancasının söylendiği kadar zor olmadığıydı. Aksine çok eğlenceli ve anlaşılabilir buldum.

Ilk gün eve vardıktan sonra evin hemen yakınındaki Augarten'a gittik. Burası büyük bir park ve buraya ilk görüşte bayıldım. Burası labirent şeklinde bir park ve ortasında ikinci dünya savaşından kalma bir bunker de duruyor. Insanlar işten sonra koşuya, pikniğe, güneşlenmeye vs. parka geliyorlar 'Freizeit' için.


Burada soluklandıktan sonra Donaukanal'a indik. Tuna nehrinin bir kolunu şehrin yaınından geçirerek bu ismi vermişler. Kanalın etrafındaki duvarlar güzel grafitilerle dolu. Şehrin daha 'merkez' kısmına giden yolda bu kanal yanındaki Schwedenplatz (meydan)'tan geçiyor. Aklıma gelmişken bu meydanda hayatımın en güzel dondurmasını yediğimi söylemeliyim. Gidecek kişilere mutlaka tavsiye ederim. Ismi 'Italianischer Eissalon am Schwedenplatz'. Zaten önündeki kuyruk/kalabalıktan kolayca bulabilirsiniz. Şehire daha ilk saatlerden kanım ısınmıştı ve çok hoşuma gitmişti. Almanya'dan daha farklı ve güzel olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca Avusturyalılar da düşünüldüğü kadar soğuk değillerdi. Sıcak ve esprili insanlar, ancak Türklere karşı biraz mesafeliler. Habsburg Imparatorluğunun torunları olarak hala üzerlerinde bir mağrurluk ve klaslık mevcut. En dikkatimi çeken şey ise Viyanalıların güzel giyindiği. Herkesin kendine ait bir tarzı ve şıklığı var bu şehrin insanında. Ama şehrin aristokrat havası göz önüne alındığında ikisi birbirini tamamlıyor ve böylece ortaya asıl Viyana'nın çıktığını düşünüyorum.




Stephansdom, Gotik ve Romanesk mirarisiyle şehrin tam ortasında tüm heybetiyle duruyor. Çatısındaki mozaik taşlar ise yapının bütününe ayrı bir renk kattığını düşünüyorum. Etraf opera veya klasik müzik konserlerine bilet satmak için dolanan çakma Mozart'larla dolu. Ama hiç kimseye bir zararları yok. Aksine tipleriyle insanı güldürebiliyorlar.

Rathaus

Ertesi gün Viyana kafelerini keşfetmek üzere evden çıkıyorum. Burada kafeler ayrı bir kültür. Freud, Kafka, Lenin gibi pek çok isim zamanında buradaki kafelerde zaman geçirmiş. En büyük özellikleri ise müziğin olmayışı. Başta tuhaf gelse de, kahve hazırlanırken çıkan gürültü, müşterilerin hafif uğultuları, çatal-bıçak sesleri ortama karışarak bir fon müziği oluşturuyorlar aslında. Şu anda hatırlayamıyorum ama Albertina müzesi yakınlarında bir gerçek 'kafe' 'ye giriyorum. Wiener Melange ve Gugelhupf sipariş ediyorum. Melange, Cappuccino benzeri köpüklü bir kahve. Gugelhupf ise Almanca konuşulan ülkelere özgü, Balkanlarda da 'kuglof' adında yapılan bir kuru kek çeşidi. Kahvemi yudumlarken bir yandan da gezi yazılarımı yazıp bir yerli gibi günün gazetesini okudum. Ardından gene kendimi sokaklara saldım. Hava inanılmaz sıcaktı. 35-36'C idi. Gazetede rekor kırıldığı yazıyordu ne kadar doğru bilemiyorum ama rekorun benim gelişimi beklemiş olması pek hoş olmadı doğrusu :)

Viyana geçtiğimiz yıl Avrupa'nın en yaşanılabilir şehri seçilmişti. Neden seçildiğini her geçen saat daha iyi anlıyordum. Ve bu ünvanı bence sonuna kadar hakediyordu şehir. Tahmin ettiğimden daha çok sevmiştim bu şehri. Parklarında bütün gün oturup keyif çatmak gibisi yoktu. Bir günümün büyük bir bölümünü bu şekilde piknik yaparak geçirmiştim.


Vagabundo gezginler için biraz pahalı bir şehir ama gelmeye kesinlikle değer olduğunu düşünüyorum. Ilk fırsatta tekrar gitmek istiyorum. Yapamadığım bir sürü şey kaldı. Sachertorte, Schönbrunn Sarayı vs. 

Ikinci günün akşamı Maggy ve başka bir CSer Malek ile üniversite'de buluştuk. Schnitzel yemeğe Einstein'a gittik. Yemek genel olarak güzeldi ancak yanında gelen patates salatasını daha çok sevdim itiraf etmeliyim :)


Viyana'daki son günümde binaları resim gibi olan çılgın Avusturyalı mimar Friedensreich Hundertwasser'ın evini ve sanat galerisini görmeye gittim. Yaptığı binalar masaldan fırlamış gibi karşınızda duruyor.  Barselona'yı gezdikten sonra Gaudi ve Miro'nun karışımı gibi geldi bu evler bana. Tarz olarak yakın buldum. Viyana'da fakir insanların oturması için yapılmış bu binalar günümüzde en büyük turistik spot. 

Hundertwasserhaus

Kunsthaus

Ardından Albertina Müzesine geçtim. Buradan çıktıktan sonra biraz serinlemek için hemen yanı başındaki Palmenhaus'a gittim. Viyana'nın güzel ve hip mekanlarından biri. Ancak yerel kafe kültürünün dışında. Mimar Ohmann tarafından büyük bir sera içerisine yapılmış ve içinde tropik ağaçlar, çiçekler bulunmakta. Bu kafenin yanında bir kelebek evi ve önünde ise Burggarten adında güzel bir park bulunmakta. Ben bahçeye oturmayı tercih ettim. Havanın sıcaklığı içimi eritmişti. Ama çaresi de vardı. Bir Franziskaner herşeyin çözümü olabilir! :)


Benim için gelmiş geçmiş en güzel bira. Tabi zevkler ve renkler tartışılmaz :)

3.Günümde de Belvedere Sarayına ve Zentralfriedhof'a gittim. (malesef mezarlık resimlerim yok, fotoğraf makinamın pili bitmişti :/)

Beethoven, Brahms, Schubert, Johann Strauss, Falco gibi isimlerinin mezararını görmek tuhaf bir histi.

Schloss Belvedere Wien


Kärnter Straße

Avusturya biralarına gelince. Gösser, Zipfer, Ottakringer ülkede en meşhur olan biralar. Radler adında bir çeşitleri var. Zipfer'in Radler'i daha iyi yalnız. Limon aroması ve hafif alkolü ile tam bir yaz içkisi. Gidenlere tavsiye ederim.

Viyana'da en hoşlandığım başka birşey ise, ex-YU kökenli insanların çok olmasıydı. Her yerden Sırpça, Hırvatça duymak mümkün. Hatta birine Sırpça yol sorduğum bile oldu, muhabbet ettik sonra :)

Viyana bende ayrı bir tat bıraktı. Bana 'burada yaşarım' dedirten nadir şehirlerden biri oldu. Bis bald Wien!

gitmeden önce hep dinlediğim güzel bir Falco şarkısı ile yazımı bitiriyorum :)

VIENNA CALLING!


18 Mart 2012 Pazar

bisikletle bir günde üç ülke!

Edirne'ye geldiğimden beri (hatta gelmeden önce de) hep kafamda olan bisikletle üç ülke turu yapmak istemişimdir. Ama gerek dersler, gerek vize durumu derken bu durumu hep erteledim.





Hazır vizemde varken bu turu yapmam artık şart olmuştu. accuwheather'dan hergün kontrol ettiğim hava durumu, 17 mart'ta havanın sıcak olacağını söylediğinde turu yapmam kesinleşmiş oldu. hala bisikletim olmadığı için bisiklet kiralamam kaçınılmazdı ama bu tur için kiralamak zorunda kaldım. sabah 9'da tura başlamam gerekirken evden anca çıkabildiğim için anca 9:30'da hareket edebildim. hava hafif serin olsa da, günün sıcak olacağı hissediliyordu. son hazırlıklarımı da yaptıktan sonra yola çıktım. Ilk defa bu kadar uzun yola çıkıyordum. Kafamda bu turu bitirip bitiremeyeceğime dair şüpheler olsa da, yıllardır bisiklet sürdüğümden bunu çokta düşünmek istemedim aslında. Herzaman gittiğim yeni adliye yolundan kolayca Meriç köprüsüne gelip bir çırpıda Pazarkule'ye gelmiştim. Otomobillerin arasından sıyrılıp çıkış yapmak için bankoya geldim. Beni tanıyan gümrükçüler artık çokta yadırgamıyordu çıkışımı. Sadece 'bu sefer nereye?' dediler.


Oradan çıkıp hemen Yunan gümrüğünün olduğu olan Kastenies köyüne geldim. ilk defa bana nereye gideceğimi sormamalarını garipsemiş olsamda işimin 30 saniye sürmemesiyle hemen ordan ayrılıp Arda kıyısına indim. Burada kalan kahvaltımı tamamlayıp, ironik bir şekilde Kavala kurabiyelerini yedim. (bim'de satılmakta, tadları gayet iyi!) Toparlanıp yoluma devam ettim. Otobana çıkıp Ormenio istikametinde yol almaya başladım. Yunanistan, insanı gerçekten Avrupa'da olduğunu hissettiriyor. Yolların düzgünlüğü, temizliği, düzeni hemen kendini farkettiriyor. Emniyet şeridinden gitmeme rağmen yanımdan 1-2 metre uzak geçmeleri bende Yunanların bisikletlilere olan saygılarının yüksek olduğunu hissettirdi. Bu durum insanı gerçekten sevindiriyor, çünkü ülkemde göremediğim itibarı bir bisikletli olarak burada görebiliyordum.


Kastanies'ten Ormenio'ya kadar olan 25 km'lik bölüm son derece ıssız ve aslında biraz korkutucu bir yol. Tabiri caizse 'Adamı kesseler kimsenin haberi olmaz!' gerçektende kimsenin ruhu duymazdı. Neyseki hiçbir problem olmadan bu yolda devam ettim. Bana tuhaf gelen ise yol üstünde sadece bir tane benzin istasyonu olması idi. yanlış hatırlamıyorsam 11:00 gibi Aegean isimli benzinlikte 10 dk. mola verdim. Bu arada Bulgaristan yönünden gelen Yunan olduğunu tahmin ettiğim üç bisikletçi ile uzaktan selamlaştık. Onlar baya profesyonel bisikletçilerdi. Saatin ilerlemesiyle hava iyice ısınmıştı ve montumu çıkarıp yola öyle devam ettim. İyiki de Yunan-Bulgar rotasından gitmişim. Ters türlü gitseydim eğer, beni baya bi zorlayacak bayırlar olacaktı. Yolda ilerledikçe Edirneden görmeye alışık olduğum Shejnovetz dağı her km'de daha netleşiyordu. Etrafta hiç köpeğin olmaması ise ayrı bir güzellikti. (beni bisikletçiler iyi anlar!) Sadece Atmaca-Baykuş karışımı tuhaf bir kuş türünün sık karşima çıkması biraz tedirgin etse de, yolda iki ölü 'tilki'yi görmem de beni baya şaşırtmıştı.


Bu yolun yarısından sonra kalan kısmın büyük bölümü yokuş aşağı olduğu için çok işime geldi. Zamandan tasarruf etmiş oldum. Yol boyunca Türk plakalı araçların sıklığı beni şaşırtmıştı açıkçası. Yeşil pasaporta getirilen vize muafiyetinin bundaki payı büyük sanırım. Yunan gümrüğüne doğru son bir rampa vardı ve onu çıkınca Yunanistan bitiyordu. O rampayı çıkıp gümrüğe geldim. Baya dik bir yokuştu.


Yunan gümrüğündeki görevlilerle 'Yasaslaştıktan' sonra çıkış damgasını vurdurup yoluma devam ettim. Yaklaşık bir km sonra Bulgar gümrüğüne geldim. 7 yıldır Bulgaristana gelmiyordum ve o zamandan bu yana onlar AB'ye girdiği için ülkenin baya değişmiş olacağını tahmin ediyordum. Bulgar gümrükçü ile muhabbet ettikten sonra yoluma devam ettim. Şansım baya yaver gitmişti, sonuçta Yunan schengeni ile geliyordum. Gelişim yasaldı ama gıcıklığına uğraştırabilirdi. Ama sanırım bulgarca bildiğimden bena bulaşmak istemedi sanırım. Çokta iyi bir görevliydi. Yolu bile tarif etti!


Bulgaristana girdiğimde herşey bıçak gibi değişmişti! Sınır çizgilerinin ülkelerin kendi içlerinde bu kadar heterojen kalmalarını göstermesi hayret vericiydi doğrusu. Insanların suratlarında tuhaf bir bakış vardı buda ne ayak der gibi. Tırsmadım değil. Sonuçta burası hırsızlık olaylarıyla 'meşhur' bir ülke. Gene ıssız yerlerden geçerek Svilengrad'a geldim. Bulgaristanda herşey aynı tas aynı hamam. Hiçbir değişiklik fark edemedim. Yolların iyi oluşu dışında! Şehir merkezinde yarım saat dinlenip yola tekrar devam ettim. Bulgaristanın Avrupa Birliğine üye olması gerçekten başta garip geliyor. Bulgarca bilmeyen birisi kolayca kaybolabilir burada. Tabelalar çok yetersiz. Sora sora Kapitan Andreevo köyüne doğru yani Kapıkule'ye çıkan yola çıktım. Dik bir yokuş beni baya zorladı. Yorgunlukta kendini göstermeye başlamıştı. Etrafta Türk tırları cirit atıyordu. Yol boyunca Kaşkavalcılar, Otomobil servisleri vardı. 15 yaşımda Yugoslavya'ya giderken mola verdiğimiz kafeyi de anımsadım. Hala oradaydı!


Bulgar gümrüğüne geldiğimde birkaç güvenlik noktasından geçtikten sonra çıkış yapacağım kabine geldim. Kadın görevli ile 'Zdrastileştikten' ve muhabbetten sonra çıkış damgasını vurdurup yoluma devam ettim. Iyi günümdeydim galiba, suratsızlıklarıyla nam salmış Bulgar gümrükçüler gülümseyebiliyorlardı! Kapıkule'ye geldiğimde sanki Amerika'ya gelmiş gibi oldum. Eski bakımsız kapıyı modernize etmişler ve harika olmuş. Beni yabancı zanneden Türk görevlileri baya şaşkındı bisikletle gelmeme :)
Sanki bir Türk vatandaşı hiç dışarı çıkamaz, bisikletle dolaşamaz. (!)

Biraz sohbet ettikten sonra selamlaşıp yoluma devam ettim. Ve artık Türkiyedeydim. Geri kalan yol baya uzun geldi bana. Bitmek bilmedi. Neyseki hiç köpek saldırısına uğramadan şehre gelip adliye yolundan tura başladığım noktaya geri döndüm. Saat 17:00' de evdeydim.


Tur sonunda bitkin ben!

Bu turu yapmak isteyecek kişilere benden tavsiye:
- Mümkünse yalnız başınıza çıkmayın (daha eğlenceli ve güvenli olur)
- Yanınızda Bulgarca bilen biri olursa daha iyi olur.
- Mutlaka kilit bulundurun.
- Edirne'den ne kadar erken çıkarsanız o kadar iyi.
- Bulgaristan'da Leva geçtiği için Edirnede temin edip öyle gidin!

16 Şubat 2012 Perşembe

Italya da 24 saat!

Ryanair'den aldığım 9€'luk biletle Italya'ya ikinci kez gitme hakkına nail olmuştum. Böylece Almanya'ya gidene kadar Italya ile özlem giderip, havasını soluyup, pizza yiyip yoluma devam ederim diye düşünmüştüm ve iyi ki öyle olmuş. Bu kısa ziyaretimde harika arkadaşlar edindim.




07:00
Sabah erken kalkıp hostum Niko ile evden çıktık. Selanikte hava puslu ve serindi. Vedalaştıktan sonra kahvaltı yapmak için yakındaki Zaharoplastio (pastane)'ya girdim. Daha önce orada yediğim üzümlü simitler yoktu malesef ama simitlerin tazeliği açlığımı gidermeye yetmişti. Havaaalanına gitmek için 78 numaralı otobüse bindim. Yol yaklaşık 20 dakika sürüyor. Havaalanına varıp etrafta dolandıktan sonra ücretsiz wi-fi olduğunu keşfettim. Bu benim için çölde su bulmak gibi bir şeydi :D Baya bir vakit oyalandıktan sonra Ryanair'in visa-check şalterine gittim. EU vatandaşı olmayanların bunu yapmaları zorunlu. Yoksa uçağa almıyorlar. Ya da 40€'yu gözden çıkarmak gerekiyor. Ilk defa Ryanairle gideceğim için hertürlü araştırmamı yapmıştım ve uçuşa hazırdım artık. Sırtçantalarını kontrol etmiyorlar. Sadece küçük bavulları ebad ve ağırlık olarak kontrol ediyorladı.



Yağmur yağmaya başladı, ben de yaklaşan uçak saati sebebiyle güvenlik kontrolünden geçip gate'e geldim. Önceliği (priority on board) olan birkaç kişi bizden önde kapı taraflarında duruyordu. (bana göre son derece gereksiz birşey bunu satın almak) Pek kalabalık değildik. Uçağın yarısı boştu nerdeyse.


Zamanımız geldi ve son kontrollerden sonra bizi uçağa götürecek olan otobüse bindik. Uçağın arka 5 koltuğuna oturmamıza izin vermemişlerdi saçma bir şekilde. Daha sonra oraları hep boş tuttuklarını öğrendim. Ve son derece dakik bir şekilde havalandık. Bulutlardan Selanik gözükmüyordu malesef :/ 20 dk sonra Arnavutluk üzerinden geçerken dağlar karlarla kaplıydı. Ilk defa kışın buralara gelmek tuhaf geliyordu bana. Dağları geçtikten sonra güneş açtı ve Adriyatik üzerinden gitmeye başladık. Güneş o kadar yakıcıydı ki bir an yüzümün kızarmış olabileceğini bile düşündüm.



Yorgun bindiğim uçakta uyuya kalmışım. Ve uçağın inmesiyle uykudan uyandım. Bu benim ne kadar yorulmuş olduğumun kanıtı sanırım. Yoksa inişleri asla kaçırmam! :)


Bergamo'ya indiğimizde hava inanılmaz güzeldi ve güneş yakıyordu ortalığı. Gerçekten çok şanslıydım. Bunu hostum Stefano da söyledi. O güne kadar hava hep yağmurlu ve soğukmuş. Bunun Italyanın bana bir kıyağı olarak aldım :D



Havaalanına ulaşmak için gene otobüsü kullandık ve terminalde indik. Bizi karizmatik gümrük görevlileri bekliyordu. Her biri sanki Milano moda haftasından çıkmış gibiydi :) Ütülü pantolonlarıyla işlerine olan saygıalrını ve bulunduğu konumun ciddiyetini karşısındaki insanlara hissettirebiliyorlardı bu ciks polisler. EU içi uçmamıza rağmen pasaport kontrolü vardı. Hiç sorun olmadan vizeme bakıp OK dediler ve artık resmi olarak Italyadaydım. Gerçekten çok mutluydum burada olmaktan. Ve 4 ay önce buraya geldiğimde Ocak ayında buraya tekrar geleceğimi tahmin bile etmemiştim. Ryanair sağolsun! Bergamo havaalanında ve şehirde ne nerde acaba demeden herşeyi elimi atmış gibi buldum. (bu deyimde ne demekse!)


O akşam nerede kalacağım muallaktaydı. Stefano beni ağırlayabileceğini söylemişti ancak kesin bir durum sözkonusu değildi. Eğer beni kabul etmeseydi havaalanında sabahlayacaktım o akşam. Zaten ertesi sabah uçağım var. Korkmuyordum çünkü Milano tren istasyonunda gecelemişliğim var bir gece. Tecrübeliyim yani :) Hemen Stefano'ya mesaj attım ve birşeyler yemek için havaalanının karşısındaki alışveriş merkezine gittim. Oriocenter. Geçen geldiğimde zamanım yoktu gitmeye. Bu sefer ise bolca vardı. Yürüyerek otoban altındaki yaya yolundan kolayca gidilebiliyor oraya. Burası hayli büyük ve güzel bir yer. Alt kattaki Iper'e gidip bir pizza yedim salata ile. Fiyatlar gayet uygundu. Etrafta öğle arası veren Italyanlar vardı ve Italyancalar havada uçuşuyordu :D Ben ise karnımı doyurmakta ve orada olduğuma hala inanamamaktaydım. Benim için Italyanın ayrı bir yeri ve önemi var. Harika bir ülke ve çok sıcak bir millet. 100 defa gitsem gene de sıkılmam heralde..



Yemeğim bittikten sonra ne var yok diye üst kata çıktım ve kış indiriminin olduğunu fark ettim. Fiyatlar çok uygundu ve bu benim gibi bir alışveriş manyağı için kötü bir haberdi. O Zara senin, bu H&M benim bir saat burada vakit geçirdi. Kendimi tutamayıp çok uygun bir fiyata pijama ve bere aldım. Italya hatırası oldu bana :D  (benim 7€'ya aldığım pijamayı daha sonra Köln'de 20€'ya görmek de ilginç oldu tabi)


Oriocenter'dan çıktıktan sonra karşıdaki havaalanına geri dönüp şehre giden otobüse bindim. 2€'ya da bileti havaalanından çıkmadan almıştım. Iyiki de almışım. Yolda kontrol oldu! olmayanları götürdüler acımadan. Neyse ki çok durmadan yola devam ettik. Otobüsün son durağı Citta Alta (şehrin eski kısmı)'ya kadar gidiyordu ve bende burada indim. Bergamo'nun bu tarihi bölümünde dolaşıp bir kaç yere gittikten sonra sur üstündeki yürüyüş parkurunda yürüyüp güzel manzarayı izledim. Şehir kapısının yanında daha önce suyunu içtiğim şehir çeşmesi akmıyordu bu sefer. Sanırım kış sebebiyle kesmişler. O çeşmenin suyunu ise unutamıyorum. Kana kana içmiştim geçen sefer geldiğimde..


Yorucu bir gün olmuştu ve artık oturmam gerekti. Hemen parkurun yanındaki banka oturdum. Güneş hala yakıcıydı. Oturur oturmaz +39 yani bir Italyan numarasından mesaj geldi. Açana kadar akla karayı seçtim. Ama içimden bir ses bunun iyi bir haber olacağını söylüyordu. Mesajı atan Stefano'ydu ve 18:15'te tren istasyonunda buluşabileceğimizi söylüyordu. Mutluluktan havaya uçmuştum! Buraya yaklaşık 1 saat oturup gezi notlarımı yazdım, havanın şehrin ve gelen sms'in keyfini çıkardım.


17:30



Yavaş yavaş gitme vakti gelmişti ve Citta Bassa (yeni şehir)'ya doğru inmeye başladım. Dolambaçlı yollardan, güzel bakımlı evlerin arasından inerek aşağı kısma indim. Akşam yemek üzere, yoğurt, meyve, su vs. alıp çıktım Pellicano'dan. Tren istasyonuna kadar yürüdüm ve burada beklemeye başladım. Çok vakit vardı hostumun gelmesine. Bekleme salonunda evsizlerle birlikte oturup, trenitalia anonslarını dinledim! (çok severim)


Neyseki vakit gelmiş çatmıştı ama ortalıkta Stefano yoktu. Gelen geçen herkese bakıyordum ama kimse o değildi. Neyse ki 10 dk sonra geldi. Sanki birbirimizi kırk yıldır tanıyormuş gibi tanışıp muhabbet etmeye başlamıştık. Kamu sektöründe Finansla ilgili bir işte çalışıyordu, müfettiş gibi birşeydi ama bir yandan da bu işle ilgili eğitim alıyordu. Ekim ayında da Roma'ya taşınacaktı. İşi sebebiyle de her hafta iki gece çalıştığı yerde nöbetçi kalıyordu. Bu konudan da baya muzdaripti.. İşten çıkıp arabasıyla beni almaya gelmişti. Ve çok şanslıydım ki, her Çarşamba akşamı arkadaşlarıyla yediği yemeğe ben de katılacaktım! Yol boyunca muhabbet edip eşyalarımı bırakmak üzere evine geldik. 15. Yüzyıldan kalma bir kulenin iki katında yaşıyordu! Söylediğinde inanamamıştım. Birden aklıma Rönesans dönemi ve o zamanki Roma imparatorluğu vs. o zamanla ilgili ne varsa gözlerimin önüne geldi. Bina 15.yy'dan kalmasına rağmen ev çok modern ve güzeldi. Evin tavanı 4-5 metre yükseklikte idi, çok değişikti yani. Bense Türkiye'de binaların 50 senede bir yapılıp yıkıldığını söylemeye utandım..



Evden çıkıp süpermarkete gittik. Bildiğim bir yere Oriocenter'a :) Şarap, dondurma vs. almak üzere. Daha sonra yemeğin olacağı evin sahibi Paolo'nunda couchsurfingden olduğunu söyleyince çok şaşırmıştım. Dünya küçüktü ve ben Paoloya da couchrequest atmıştım. Ne şans!


Eve geldiğimizde biri Hollandalı bir Ingiliz olmak üzere 5 kişi bekliyordu. Daha sonra bize iki kişi daha katıldı. Salatalar, soslar hazırlanıyordu o vakit. Hemen kaynaşıp muhabbete sarmıştık. Eğer Stefano olmasaydı bu yemeğe katılamayacak, o insanlarla tanışamayacak ve havaalanında kalacaktımç Ortam çok sıcak ve dostçaydı. Masamızda pastalar(makarna), salatalar, şaraplar, değişik tapaslar vardı. Bunlara kahkahalarımız, ingilizce ve italyanca sözlerde renk kattı. Yediğim domatesli ve sardalyalı makarnayı hala unutamıyorum! Sosun tarifini tabiki de aldım Paolo'dan :)



Hepsinin ingilizcesi çok iyi olmadığı için bazen aralarında Italyanca konuşmak zorunda kalıyorlardı ve bunun için hep özür diliyorlardı. Ben ise aksine bu durumdan son derece memnundum. Çünkü anlamadığımdan mı ne benim için italyanca sanki müzik dinlemek gibi birşey çünkü :) O an bu dili bilmediğime hayıflandım ve öğreneceğime yemin ettim! Daha önce de öğrenmeye kalkışmıştım. Hatta kitap dahi almıştım ama hep yarıda kalmıştı. Döndüğümde mutlaka başlayacaktım.


Yemek yedikten sonra Stefano ile bulaşıkları yıkadık. Muhabbet ederken söz Türk kahvesinden açıldı. Bende ona macchinetta ile nasıl espresso yapıldığını sordumç Sağolsun uygulamalı anlattıç Çok kolaymış yapması.. Geçen sefer gelmiş, Bialetti'nin macchinettalarından alamamıştım. Bu seferde alamadım. 17€ büyük para bir gezgin için :) Ama söz verdim kendime bir dahaki gelişimde mutlaka alacağım. (Ryanair varoldukça gezmem mümkün! Herkes bana nasıl bu kadar çok gezebildiğimi soruyor. Sırlarımdan biri de bu :)  )


O güzel akşamdan sonra biz evden ayrıldık. Stefano'ya bana evini açtığı için çok minnettardım. Sonuçta yabancı biriydim ve evini bana bırakıyorduç Ama couchsurfing güvene dayalı bir oluşum ve sanırım benimde iyi biri olduğumu düşünüp bana güvendi.. Evle ilgili bilmem gereken doğalgaz, sıcak su vs. gibi birkaç şeyden sonra vedalaştık ve o gitti. Bende botlarımın şişirdiği ayaklarımın yorgunluğuyla duş alıp birkaç şey daha atıştırdım.


Gece 01:00 gibi eşyalarımı toplayıp ertesi güne hazır hale getirdim bu arda radyoyu açtım ve Milanodan yayın yapan bir spor radyosundaki tartışmaları dinlerim. Durmadan konuşuyorlardı! amacım da zaten buydu :) İşim bitince uykuya daldım. Mışıl mışıl uyuduktan sonra sabah 8 gibi kalkıp, 8.30 gibi Stefano'ya not yazıp evden çıktım. Garantici kişiliğim sebebiyle havaalanına gerekenden erken geldim. Uçağın kalkmasına 2 saat vardı. Ve uçuşa kadar radyo dinledim. O geçirdiğim 24 saat bana eğlenme açısından bir hafta, zaman açısından bir saat gibi gelmişti sanki.. Vakit gelip çattığında da gate'ten çıktık. Ama bu sefer uçağa yürüyerek gittik. Bu da bana tuhaf gelmişti. Çünkü daha önce hiç uçağa kadar yürümemiştim. Velhasıl Italya'nın tadı damağımda kaldı..


A presto Italia, ci vediamo! ;)